25 Nisan 2016 Pazartesi

Tor Mahmut Celayir Ma Riye Kralunra Şi.


Başlamadan önce

*Mahmut Celayir'le Kral Yolu'nda Yürüdük.
Bingöllü ressam Mahmut Celayir'i ilk kez 2011 senesinde Anadolu Kültür'de çalışmaya başladığım aylarda odamızda asılı olan 'Kral Yolu' serisinden, Diyarbakır Sanat Merkezi'nde gerçekleştirdiği 'Yollar ve Kökler' sergisi sonrası Anadolu Kültür'e armağan ettiği resmiyle tanışıyorum. O günden sonra resim her günümün ayrılmaz bir parçası oluyor; ara ara seyre daldığım, yalnız kalmak isteyip içinde huzur bulduğum bir çöl diyorum kendisine.
Arada geçen 5 yıl sonra, 'Tandem: Kültür Yöneticileri Değişim Türkiye-Avrupa Birliği' programının katılımcıları arasında yer alan Mert Karaçıkay'dan, kendisinin ortak olduğu İstanbul REM Art Space'de, 'Kilit Taşı' adlı sergide Mahmut'un 'Kral Yolu' serisine yer verdiklerini öğreniyorum. Sergi bitmiş olmasına rağmen, depoya kaldırılmış olan serinin tamamına tanıklık etmek üzere çalışma arkadaşım, sevgili dostum Zeynep Güzel'le galerinin yolunu tutuyoruz. Aynı akşam Depo'da açılan 'Tanımlanamayan Ateş Newroz - Medya, Söylem, Ritüel' sergisinin açılışında ise, meğer artık Türkiye'ye Almanya'dan dönüş yapmış olan, Mahmut'un kendisi çıkıyor karşıma! Bu karşılaşmanın, bir araya gelip sohbet etmeye vesile olmasını kendisinden dileyerek, aradan bir kaç gün geçmeden atölyesinin yolunu tutuyorum. Bana tüm içtenliğiyle hatıralarını ve yüreğini açan büyük usta Mahmut Celayir'in dünyasına biraz olsun girebilmek için bu yazıyı kendisinin izniyle hazırlıyorum. Tüm duyularınızla keyifli yolculuklar...Yazıyı okurken Mahmut'un dinlediği müziklere de kulak vermek isterseniz, oluşturduğum bir müzik listesini de aşağıda bulabilirsiniz.

M. Celayir, Otoportre, 1999
poesi - dramatik - yabani armut - yüksek - toprak - kavga - çocukluk - durgun - zamansızlık - kişisel - kolektif - geçmiş - gölge- kemik - deri - göç - yol - kan davası - masal - anne - arkaik - yalnızlık - cin - peri - melek - romantik - melankolik - dağ - hesaplaşma - sorgulama - kozmik - katman - öfke - siyah - yanık - tanık - öykü - müzikal - ritim - yırtıcı - ses - heykel - durgun - bahçe - köy - çoban - deneysel - müzik - dışavurum - sinema - sinematografik - kaplumbağa - kuş - yılan - tarih - çağdaş - karanlık - sert - fotokopi - taş - müze - köken - hüzün - biyografi - ayak - çıplak - keklik - baba 
dedi durdu Mahmut.  
Sıkça kullandığı bu kelimelerin yanı sıra; geldiği, gittiği, hayal ettiği coğrafyalar, okudukları, kulağındaki sesler, görüntüler sohbet ettikçe hep liste oldu.

Bingöl - Elazığ - Harput - Tatvan - Muş - Stuttgart - Bonn - Berlin - Diyarbakır - İstanbul- İran - İskandinav Ülkeleri - Hindistan ise gezindiğimiz coğrafyalar oldu. 

M. Celayir, Kral Yolu serisi, triptik, tuval üzerine akrilik, 130 x 90 cm, 2004-2007

Söyleşi

Serra: Bingöl'ü ve resmettiğin coğrafyayı anlatsana biraz. 
Mahmut: Oralar yüksek, iki bin metrenin üstünde yayla yerleri var. Sadece bir çeşit ağaç yetişiyor: yabani armut. Kış koşullarının etkilediği yüksek yerlerin bitki örtüsü hakimdir ama aşağısı çok yeşildir, meşe ormanları vardır. Fakat o çıplaklık, yüksek yerlerin çıplaklığı bana daha resimsel, daha dramatik geliyor. Mesela Almanya’da o kadar kaldım; hiçbir zaman bir Alman doğası, mesela Alpler, çok güzel ama beni etkilemedi; kartpostal gibi. Enerjisi yok benim için; dramatik bir yanı yok.
Bir de tabi köken meselesi var: ayak bastığımız topraklar, annemin, bizim hepimizin kişisel tarihimizin kesiştiği yerler Bingöl tepeleri. O yüzden de benim aşırı bir bağlılığım var oraya. Çocukluk dönemi evresinden kalan bir bağlılık bu. Bende bunu kendime malzeme yaptım. Bilhassa, ha bire aynı şeyi yapmaktayım. Bazıları "Mahmut hep aynı resmi yapıyorsun" diyor. Ya yapmıyorum aslında! İnsan bugün taş, öbür gün kuş resmi yapmaz ki. Bir şeyin üstüne gidersin. Ben onu biraz radikal olarak, bir şeyde kalmak olarak tekrarlıyorum. Çünkü toprak, vatan, mekân çok önemli; hem kimlik dokusu var hem bütün kavgalar bundan çıkıyor. Bir de çok kadir bir malzeme toprak ve gökyüzü, başka bir şeye gerek yok. Bence bütün gerçeklik bu. Mesela benim ilk resimlerimde figürler falan var ama gene durgun figürler. Her zaman resimlerde hikaye anlatmaktan kaçındım. Zamansızlığı aslında hep seçtiğim için ama bir figür seçersen, o zaman bir zaman uyduruyorsun. Figürlerim bir heykel gibi zamansız resmederim. Gelmiş, geçmiş, gelecek, şimdide olsunlar isterim. O yüzden de pek de figüre girmeyi tercih etmedim. İnsan zamanla toprağı, bitki kokusunu, hareketleri, doğanın, özellikle toprağın enerjisini fark ediyor. Bingöl'de olduğum her gün, her gün olmasa bile, iki günde bir çıkıyorum, 3-4 saat yürüyorum. O yürüme sırasında izliyorsun; kaplumbağalar, kuşlar, yılanlar, böcekler, bitki dokuları, özellikle ışık, o dağların değişimi, çobanların sesi. 

S: 'Land Art' yapmayı denedin mi hiç? Bedenini figür olarak resmetmek dışında, daha performatif kullanmak istemedin mi hiç? Yüksek ihtimalle yürürken, sürekli toprağa yatasın da geliyordur..Ana Mendieta’yı bilir misin mesela? 
M: Yapmışlığım var. Doğru. Bir film yaptım mesela. Çıplak ve hareketsiz duruyorum. Bir saat öyle durdum beni çektiler ama arkadaki gölgeler değişiyor. Bir iki film yaptım. Yayla evi yanıyor. Kadın bize bakıyor, hiçbir şey yapmıyor, bakıyor gidiyor. Bir ara öyle resimler de yapıyordum. Bir Almancı karısının arkaik yalnızlığı diye. Yapayalnız kadınlar. Sonrasında bunun filmini yaptım. Kadın duruyor,  hiçbir şey yapmıyor, duruyor heykel gibi.
Resim benim için form, biçim ve renk. Resimle hikaye anlatmam o zaman roman yazayım. Bir şey anlatmak bana ters geliyor. Resim kendisiyle hesaplaşmak, yani dokuyla onla bir şeyler anlatmak. Ama o dediğin şey var kafamda bazen. Herkesin bir hikayesi, geçmişi var ve ona bir dil bulmaya çalışıyor. Kendisiyle uğraşmak güzel. Mendieta gibi ben de düşündüm. Bizim orada dikenler var, orada oturup bedenimi deniyorum, çok benziyor ilk bakışta onun işlerine. Çizgi dışı bir şey değil bu. Hep oradaki toprakla bütünleşme arzusu var, dervişane bir şeyden geliyor. Bazen kullandığın dilin yetmediğini görüyorsun.

S: Çöl fotoğrafları topladım. Libya, Sahra çöllerinden. (Bu arada bugün Libya’dan çöl rüzgarları geliyormuş.O yüzden hava sapsarı, nefes zor alınıyor). Bunlara bakınca o yüzden Bingöl'ü resmedişine çöl diyorum. İnanılmaz yalnız değil mi? İnsansız doğa ne kadar etkileyici. 
M: Bunlar tabi çok dramatik doğa. Bir keresinde Sina Yarımadası’na gitmiştim. Tabi Sina’da çok farklı dağlar var. Çok güzel bu seçtiğin çöl fotoğrafları, sanki bir Alselm Kiefer resmi gibi. Taş, izler onlar çok şey anlatıyor. Bir hikaye var. Benim de çektiğim bir yığın fotoğraflar var Bingöl'den.

S: Peki 'Kral Yolu'. Neden ismi böyle? Pers Kral Yolu'na mı atıfta bulunuyorsun?
M: Kral Yolu sembolik benim için. Tarihsel bir geçmişi de var tabi. Çok geniş bir yol. Eskiden gerçekten kervanlar geçiyormuş. Dağlık, yürüken boğaz gibi bir geçitten geçiyorsun Bingöl’den Muş'a, oradan da Tatvan'a geçiyorsun. Orası bir geçiş yolu. Aynı zamanda da Susa Yolu da deniyor. Susa Antik İran’da başkent. O yollardan İran-Yunan çatışma döneminde, Büyük İskender'in sürekli bir gitme gelmesi var. Doğu ve Batı diyaloğunun kurulduğu yerler. Hem savaşma anlamında, hem de kültürel olarak. Görselliği çok ağır bir yoldur. Oradan çıktı Kral Yolu. 

S: Sen o yolu yürüyor musun? 
M: Tabi. Biz o yoldan yaylaya gideriz. Fakat her sene gidiyorum, izler gittikçe kapanıyor. Şimdi artık o yolu kullanan çok yok. Ama eskiden büyükannemler araba olmadığı için, bizim köyden Elazığ’a o yoldan giderlerdi. Bizim ailenin bir kısmı hep Elazığ’da. Bizimkiler Bingöllü olmasına rağmen, ekonomik şartlardan dolayı gitmişler. Bir çokları Elazığ’nın köylerine Şeyh Sayit Hareketi sırasında gitmişler. Ermeniler de o yoldan gitmişler, önleri kesilmiş buralarda hep. Büyükannemler hep Palu yolu üzerinden yürürlerdi, iki gün sürer. Babam da çok anlattı. Benim dolayısıyla çok kişisel tarihimle de ilgili bu yol. Enteresan geliyor bu kişisel tarihle kolektif tarihin keşismesi. Ki oradan babam, babannem yayan yürümüşler. Yüklerle gidip gelmişler. Eskiden, kervanlardan, tarihinden bahsederken kolektif bir hafızayla karışıyor.
Belki resimlerime çok direk yansımasa bile ben çok tarihle ilgiliyim. Bir keresinde sanatçı arkadaşım Ruth Biller'le bir sergi yaptık. Stuttgart’ta bir sergi, ben ilk defa orada 'Kral Yolu' serisini sergiledim. Bir gazetede müthiş bir yazı çıktı. Ben adamı hiç görmedim, konuşmadık da ama orada tarif ettiği şeyler o kadar bana enteresan geldi ki, benim söylemek istediklerimi adam görmüş. O zaman mesaj gitti dedim. Bunlar çok sevindirici, o zaman doğru yoldayım dedim. Çünkü Batı çok ilgili, onlar biliyorlar. O yolların o kanlı tarihini biliyorlar. Yazıyı “Geçmişin Gölgesinde” diye Türkçeye çevirmiştim. 
O yol benim için sembolik bir şey oldu. Malzemenin kendisi oldu. Bir de tabi ilk yaptığım siyah-beyaz resimlere geçiş yaptım. Eskiden gördüğüm gibi o renkli resimler bana yetmemeye başladı. Karanlık, sert kalıyorsun o renklerin içinde. Nasıl yaparım dedim. Çektiğim fotoğraflardan baskı aldım. Fotokopi baskısı aldım. Son derece kaba. Sonra onlar üzerinde biraz oynadım. Bu sefer fotokopilerden yola çıkarak, yapancılaştırarak, derken siyah-beyaz dönemime başladım.

S: Gezerken kalıntılara rastlıyorsundur kesin? Bir şeyler topluyor musun?
M: Kaplumbağa topluyorum, ölü kaplumbağa, hayvan kemikleri (at kafatası gibi) topluyorum. Kemikler benim için önemli. Yılan derisi de var topladıklarım arasında. Oranın geçmişiyle ilgili. Onun dışında ben bölgenin tarihiyle ilgiliyim. Bizimkilerin nereden geldiklerini soruyorum. Zaza’lar nereden geliyor? Din nereden, söylenceler nereden geliyor? Derken tabi İran’ın kültürüyle çok yüz yüze geldim. Dil araştırmaları yaptım epey. Hint-Avrupa halkları, kültürel değişimler, Zerdüştlükle çok ilgiliyim. İran’a çok gitmek istiyorum. Çok yakın; Farsçayı Zazacadan anlıyoruz. O zamanki dini inanışlarla çok ilgilendim. Bizim Şafi Zazalar gibi halen Allah’a biz Huma deriz. Huma da İran’ın Mitra, Güneş Tanrısından, sonra ikinci büyük tanrısı; Ay Tanrısıdır. Zerdüştlük onların ikisini de melek yapıyor. Tek bir tanrı var. Onları da çok önemli bir yere koyuyor. İranlılar da çok değer veriyor. Huma diye bir havayolları var. Bu tür şeyler enteresan, heyecan vericidir.

S: Edebiyatla aran nasıl? Resimlerini hikayelendiren birileri var mı, ya da sen üzerine yazıyor musun?

M: Şahname’yi defalarca okudum. Avesta’yla ilgili yayınları hiç kaçırmıyorum. Geçen gün yine çok güzel araştırma çıkmış: 'Fonetik Dilbilimsel Bağlar' diye. Sanskrit, Avesta, Farsça, Beluçca, Kürtçe ve Zazaca arasındaki etimolojik bağlar üzerine. Onu bir çırpıda okudum. Kültürel, dilsel araştırmaları çok okuyorum.
Çocukluğumda ressam olmakla yazar olmak arasında çok gidip geldim. Çok şeyler de yaşadık: kan davaları gibi. Tahrir dersimiz vardı. Hoca çekerdi kenara, Mahmut sen yazacaksın derdi. Yaşanan şeylerden dolayı söylenecek çok şey var. Fakat o malzeme şuna dönüştü: benim annem çok büyük bir masal anlatıcısıydı. O masallardan bir kitap yaptık biz kuzenim Seyidxan Kurij'le: Waye Hot Birayun.
Hem Zazaca hem Almancasını çıkarttık. Art Karlsruhe’de bir sergi yaptık. Masallarla o resimlerin bağlantılarını çok güçlü buldular. Annemin masalları ayrı bir arkaik şeyler çizdirdi bana: cinler, periler. Luis Bunuel surrealist yazar çok severim: benim en büyük şansım İspanya’da ben ortaçağda yaşadım; Cizvit okulları gibi. Bütün malzemem orada diyor. Ben de öyle görüyorum: 50’li, 60’lı yıllarda orada büyümek, doğa içinde falan, o çocuklara sinmiş olan malzeme, müthiş bir malzeme. Sonra üstüne başka şeyler de gelince..Ben 1-2 sergide birkaç performans yaptım: Kürtlerin yaşadıklarıyla ilgili Zazaca düz metin ve şiirler yazdım okudum.  


M. Celayir, Dağ Öyküleri Serisi, tuval üzerine yağlıboya, 80 x 120 cm, 2014
Caspar David Friedrich,
Two men in the sea at moonrise, tuval üzerine yağlıboya, 1800ler
Ben Almanya’ya gittiğimde uzun süre oturma izni alamıyordum. Sonra Berlin’e gittiğimde, Doğu Berlin’de bir arkadaşım vardı. Berlin Senatosu'na bir proje yazdık. Charlottenburg’da bir Romantik Müze vardır, ilk defa orada Caspar David Friedrich'in işlerini gördüm. Beni çok etkiledi, kendime yakın buldum. O yalınlık, o kozmik atmosferi, çok çağdaş geldi. Türkiye’den geliyorum, Kürt kökenliyim. Toprakla uğraşıyorum. Bunları söyleyince, 1 yıllık oturma izni aldım.   

Alman Romantiklerini çok önemsiyorum: kendi topraklarıyla, kendi kimlikleriyle çok özdeşleştiriyorlar işlerini, hesaplaşıyorlar. Biz halen yapmış değiliz. Bizde manzara resmi geleneği olsa olsa peysajlar, Boğaz peysajlarından oluşur; hesaplaşmayla hiçbir ilgisi yok. Toprağı sorgulama, kendini sorgulama kültürü olmadığı için sanatçılarımız, aydınlarımız kendi toprağına, kültürüne yabancı kaldı. Mesela Almanya’nın en büyük sanatçılarından Anselm Kiefer, bir romantik, Alman romantiği. Bir kere ben onu dinledim. Benden birkaç yaş büyük. Dusiburg’da özel bir müze var, orada çok işleri vardır. Kendisi Güney-Batı bölgesinden. Karlsruhe’de okumuş. Joseph Beuys’un resim öğretmeni olmuş, yani son derece kavramsal bir sanatçının. Toprağı çok katmanlı, çok sorgulayıcı yapan, çok yargılayıcı da yapan biri bir yandan da. Kiefer geldiği Almanya coğrafyasının dokusunu, çamurlu dokusunu resmediyor. Yıldızlar, kozmik resimler, uçakları çok etkileyici.

S: Şimdi nasıl görüyorsun Türkiye Kürdistan’ınındaki dönüşümü? Senin işlerini de etkileyecek mi?
M: Endişeleniyorum. Bu noktaya geleceğini düşünmemiştim. Hepimiz biraz umutlanmıştık. Düşünemeyeceğim, tahmin edemeyeceğimiz bir noktaya geldi. Yüzleşmekten korkuyoruz. Ve tabi ki işlerimi etkileyecek; şu anda yaptığım atölyedeki şu resmi daha da siyah yapmak istiyorum. "Yanık"laştırıyorum. Kendimizi çaresiz görüyoruz. Yetmiyor paylaştıklarımız. Kentlere yerleşmiş orta sınıf, aydın kesim var, kültürel kimliğini önemsiyor. Devletin yaptığı tahrip ama boşuna bir çaba. Bu mesele devam edecek, başka yollarla. Tabi coğrafya bizi hiç küstürtmüyor. Ama devlet işte yapabildiği tahribi yapıyor. Bizim oralar daha sakindir. Biz oralarda başka tahribatlar gördük. Bizim çocukluğumuz Şeyh Sayit Hareketi gördü. Benim büyükannemin eşi orada öldü. Bütün Ermenileri vs anlatırdı. Yine Almanya'da yaşayan kuzenim Seyidxan, 'Tanıkların Anlatımı İle Şeyh Sayid Hareketi’ni yazdı, orada babam da var. Anlatımlar çok etkileyici. Bütün bunlar hafızadır. Bütün bu toprağı vurgulamak çabası buradan geliyor. 

S: Müzik ne dinliyorsun? Ses topluyor musun?
M: Sen güzel sorular soruyorsun. Bütün gün müzik dinliyorum. Resimdeki müzikal ritim çok önemli. Çağdaş müzik dinliyorum. Çok değişik estetik tatlar elde ediyorsun, ses olarak, form olarak. Radyodan bir sürü çağdaş sanatçı buluyorum. Yaşayanları Q2 Radyo'dan keşfediyorum. Resme başlarken müzik dinlemek bana çok iyi geliyor, enerjiyi alıyor. O yırtıcılığı, çağdaş yırtıcılığı, yırtan formları seviyorum. Bildiğimiz geleneksel melodi dışına çıkan.
Ve evet, ses çok önemli. Bahçede çalışırken kadınların sesini toplarım, yankılanan sesleri. Bir diğer sanatçı arkadaşım Banu Aksu o seslerden enstalasyon hazırladı. Kafamda oluşan ses enstalasyonları var tabi, ama teknik şeyler gerekiyor.
Bir de müzikte Kuzeylileri çok seviyorum. O coğrafya çok ilgimi çekiyor. Melankolileri bana çok karşılık veriyor. Hesaplaşmalarını, sertliklerini seviyorum. Dağlık kültür. Eski geçmişlerinden kültürel bir akrabalığımız var.


Söyleşi - Gün 2

  M. Celayir, Bir gezginin öğleden sonrası II
 tuval üzerine yağlıboya,150 x 200 cm, 2010
Söyleşimizi o gün noktaladıktan sonra, kaplumbağa kabuklarından oluşan koleksiyonunu ve yaşadığı yeri görmek üzere bir kaç gün içerisinde yeniden buluştuğumuzda daha az sohbet ediyor, bu sefer daha çok Zazaca müzik dinliyoruz. Sonrasında ise baba Şerif Celayir, nam-ı diğer Şero'nun sıklıkla çekime dahil olduğu Mahmut'un hazırladığı 'Bahçe' videosunu 'Bir Gezginin Öğleden Sonrası' resminin önünde oturup izliyoruz.
                                                                                             
Mahmut Celayir'in bir sonraki  kişisel sergisi, 'Fısıldayan Taşlar' (Murmure des pierre) ismiyle, Paris La Capitale Galerie'de 21 Haziran'da açılacak.


Müzik listesi:
Avro Pärt
+ Spiegel im Spiegel
+ My Heart’s in the Highlands
+ The Deer’s Cry

John Adams
+  Road Movies, for violin and piano

Kronos Qartet feat. Clint Mansell
+ Summer Overture
+ The Last Man

Saariaho Kaija
+ Man (Earth): de la terre

Jóhann Jóhannsson
+ A Game of Croquet
+ Desert Man
+ Domestic Pressures
+ Melancholic

Andrew Norman
+ Play: Level 2

Mikail Aslan
+ Zere Mi
+ Elqajiye

Mehmet Akbaş
+ Berde
+ Hamza
+ Esmerxan

Philipp Glass
+ Satyagraha (Opera in Three Acts): Act I – Tolstoy: Scene 1
+ Satyagraha (Opera in Three Acts): Scene 3 – Vocal




Okuma listesi:

+ Seyidxan Kurij, Waye Hot Birayun / Sanikan u Deyirane Çewligi Ra Seyidxan Kurij, Arya Yayıncılık
+ Seyidxan Kurij, Tanıkların Anlatımı ile Şeyh Said Hareketi, Lis Yayınları
+ Töre Sivrioğlu, Avesta Dili Grameri ve Etimolojik Sözlüğü, Avesta Yayınları
+ Firdevsi, Şahname, Kabalcı Yayınevi / Şark Klasikleri Dizisi


6 Nisan 2016 Çarşamba

Fresh from the acknowledged writer Nurcan Baysal

who writes on Kurdish question, development and other questions in Turkey


A short note in Turkish // Başlamadan: 17 Mart 2016 tarihinde Veysi Polat’ın T24'te yayınlanan köşe yazısını İngilizceye çevirmemin ardından, bu sefer Nurcan Baysal’la iletişime geçtim. Kendisinin 4 Nisan 2016 tarihinde T24’te yayınlanan ‘Toledo sizin olsun, Sur bizim!’ adlı köşe yazısını İngilizceye çevirdim. İçinde bulunduğumuz duruma uluslar arası platformlarda ses vermek üzere, elimden geldiğince destek olmak adına bu tür çarpıcı köşe yazılarını çevirmeye devam edeceğim. 
 

Notes on the author and one of her books before we head into the translation of her newspaper column: 


About the author [1]: Born in Diyarbakır in 1975, Nurcan Baysal has worked on different aspects of development, war, civil society and Kurdish issue. She is one of the founders of DISA/Diyarbakir Political and Social Research Institute and serves as an advisor or board member to many non-profit organizations, like Global Fund for Women, Women Labor and Employment Platform, Urgent Action Fund, Mesopotamia Foundation. She took WWSF/Women's World Summit Foundation award in 2010. She writes in the online newspaper called T24. Her books O Gün, Kurdistan’da Sivil Toplum (co-writer) and Ezidiler: 73.Ferman was published by Iletişim Publishers.
Follow her works here



 
Writer’s pick: Civil Society in Turkey Kurdistan [2]
In Kurdish geography, from arts and culture to social solidarity, the fight for human rights, ecologists, women’s movement, religious artifacts and reaching out research institutes, there is a big vitality.  Şeyhmus Diken and Nurcan Baysal’s conversations display the colorful panorama of this liveliness in the field of civil society. A wide glance to internal universe of Turkey Kurdistan… A perfect guidebook for understanding the big change that Kurdish society is having and seeing the socio-cultural multiplicity. 






You have Toledo, Sur is ours! [3]    
   
…And now these historical lands of thousands years are vitalizing. Fruitfulness story is being written over again. The fortresses that witness the history will go to stand up in front of Tigris with all their majesties. Sur will open its doors with all its stature. This precious city will be again beautiful. Mosques, prayer rooms will go to again salute the visitors. Prayer calls will not cease from Bursa Ulu Mosque’s sibling Diyarbakır’s Ulu Mosque’s minaret. The charity fountains in front of the doors of Diyarbakır houses will go to flow in a rich voice and will going to fulfill the city’s thirst. During hot summer days, the courtyards will be filled with people who want to cool off and to rest. The sounds of ornamental pools in the courtyards will go to be mixed with children’s laughter. Arbors will challenge the Sun, will going to host household under their shadow. Iwans will be cheered again with people’s chats. Seljuk and Ottoman handicrafts will be exhibited in living rooms. Families will find peace again. Those beautiful divans and carpets will continue to impress. Every courtyard will be transformed into a family story. Each of the historical stairs will go to inspire the future. All the courtyards’ rooms will go to breath. The Famous Four Feet Minaret will going to continue to remind our unity and solidarity to everybody…”


These words are from the animation film prepared for Sur by the Prime Ministry. There are plenty of sounds of prayer calls, constructions assimilating bibelots and of course a big Turkish flag waving on top of fortresses. This extremely terribly prepared video is pretty away from the 7000 years Sur’s spirit. 

During his visit to Diyarbakır, under the protection, amongst thousands of soldier and police, under surveillance of snipers standing just behind him, President Davutoğlu calls out to a handful of Kurds in Hasanpaşa Han, which was closed to Kurds since months and is open only for few weeks:  

 “We are hearty Diyarbekirians. Some people want to pull on our hearts. Some people, as if they want to, crash our Suriçi (walled city), which likes to show one country means one heart to Sema (sky/heaven).” 

“Proprietary rights will be obeyed. Architectural touch will definitely be preserved. The ones, who have a property here, will go to have the right to do whatever is convenient to make with the available opportunities. We are making regulations in order for the ones who are tenanted to be householders. 

They say “These people ‘are going to dehumanize here’”.  No. On the contrary, we are going to bring Sur and saint Diyarbekirians together. We are going to turn Sur into a beautiful place, where people walk around peacefully, salute each other, seethe with each other forever.”

“We came to plant love seeds on these lands. Let me tell you also one of my goal. I also told to my wife, Ms. Sare that I want to own a house in Sur.”

I do not even want to mention this speech, which has no palpability. But it is obvious that President does not know Sur. Sur was already world’s most beautiful place, where people would salute and seethe with each other. It was not a dull bibelot, not an artificial Toledo as shown in the animation, but was a place tens of cultures lived together on its küçes (streets). If you already have forgotten, let us remind you President, it was the state who destroyed and burned this hundreds years place! 

It is true that ditches were dig on these streets. However, although there are many other ways to deal with ditches, you chose to bomb 7000 years old city with tanks and cannonballs under the name of “public order”. With or without ditch, you burned hundreds of places. 

And now, as if this was not enough, under the roof of “expropriation”, secretively, you try to appropriate our houses and streets! On one side you issue a decision on the “expropriation”, on the other hand, since there is a raise of reactions, you say “proprietary rights will be obeyed”! Are we going to believe the decision of the Council of Ministers or your words?

By the way President, if you do not know I tell you: 

When you were giving your speech in Hasanpaşa, screams of mothers were risen to the sky, who came to take their children’s funerals to Tigris-Euphrates Culture Center (Dicle-Fırat Kültür Merkezi), which is only one hundred meter away!

While you were conducting your Friday prayer, Kurdish mothers cannot even pray for their own children’s funeral!

While you were giving your speech dear Mr. President, darling Suriçi continued to be destroyed and its ruins were thrown to near Tigris. 

When you, President, were making this speech, Kurdish mothers were giving blood in order to try to recognize their children from mortal remains spread in number of places of the region. 

We don’t have a city on sale!

Mr. President, since you came all the way here, why did not you bother to walk around the streets of Diyarbakır in order to see the realities? If you were walking around the streets of Diyarbakır, you could see these billboards on all roads and streets:

“Do not interfere in the history, belief and life and SUR!

Compensate the tradesmen and the public for their loss quickly”

Since you came all over the way to Diyarbakır, we would like to hear a couple of words on peace, Mr. President! At least, we would expect to hear a tiny apologize for my burned and destroyed city with a history of 7000 years. We would like to see a single hope for the future!

For this country, the war was not the only choice. You, President, turned down all the other choices except war! You chose war! You chose death instead of life! You chose destruction!

What are you going to do? Are you going to build your own house on top of this ruin, the ruins of houses demolished in Sur? President, do you think the one who demolishes a house can own a house!

I am telling you Dear Mr. President! 

This state burned and destroyed our city, but cannot take it away from us! Nobody can eradicate us from our own city! Despite all cruelty done by governances of all time, we did not and we are not going to leave Amed, Amida, Diyarbakır, Dikranagerd. Sur is the heart of Amed. To leave Sur means to leave Amed. It means to leave our history, identity, Armenians, Assyrians, Keldani, neighbours, memories and our true life experiences!

We do not have a city on sale President!

You are welcome to get a house in Toledo, you can have Toledo, Sur is ours!


[1]: About the author information and Baysal's profile photo are taken from her personal blog: www.nurcanbaysal.blogspot.com.tr 
[2] Baysal, N. & Diken, Ş. (Mayı 2015). Kürdistan’da Sivil Toplum. İstanbul, İletişim Yayınları. About the book information is translated from İletişim's official website.
[3] Original article, Toledo sizin olsun, Sur bizim! , published at T24 online newspaper on April 4th, 2016. Translated into English by an anonymous person, who volunteered to disseminate the article to international audience. The title makes a reference to PM Davutuoğlu’s comparison of historic Sur district of Diyarbakır province with the Spanish city of Toledo.